Fark ettim de…

Yaş aldıkça anneme benziyorum!

Zamanında burun kıvırdığım birçok davranışını, şimdilerde yaparken buluyorum kendimi.

Kırmızı bir ruju vardı mesela. Nefret ederdim kırmızıdan. Bir de ruj yani… “Ayy bu ne anne yaa, sürme şunu.” derdim. Şarkı söyleyerek toz alırken “Sen biraz büyü de görürüm ben seni.” derdi o da… Hiç anlamazdım; toz alacaksın madem, niye giyinip süslenirsin be kadın… Bir de makyaj… Haa makyaj dediysem de bir kırmızı ruj… O ruj, allık da olurdu yerine göre, farda. Elle dağıtılarak rengi hafifletilirdi yanaklarda ve göz kapaklarında. Ne gülerdim annemin o gezmeye gidermiş gibi olan ev hallerine.

Bir temizlik yapılırdı evde, yaz kış denmez her yer kalkardı. Ayda bir… “Yaptığın banaysa öğrendiğin kendine.” diyerek beni de alıkoyardı tüm gün. Tabii o da şanslıysam. Baharda bir temizliğin bir hafta sürdüğü zamanları da bilen çocuklardanım ben.

Mutfağa sokardı bazen. “Al şunu da sen yap!” deyip elime tutuştururdu malzemeleri. Küçük mü, elini mi keser, yere mi döker, ocağı mı batırır, fırında unutur da evi mi yakar demezdi hiç. Ne olacak ki dökerse toplar, kirletirse temizlerdi nasıl olsa bu yavrucak.

Hele o pazar alışverişi… Al da al, al da al… Hayır yani o kadar da poşet taşıdık, bir de benim canımın çektiğini alsaydın bari. Neymiş daha tam mevsimi gelmemiş onun. O orada yetişir de buraya gelir, bunun da memleketi burası. Şöyle kokarsa iyidir. Bu, yumuşaksa alınır; bu da sertse… diyee diyee tezgahların tümü itinayla dolaşılırdı.

Geçen gün kızıma “Ben senin yaşındaykeen…” diye seslenirken yakaladım kendimi. O ara geldi tüm bunlar aklıma. Gülümsedim. Ah be anacım ne çok duydum senden bu lafı.

Terlik de fırlattım bir keresinde kızıma. “Anne yaa, terlik atmak nedir” diye söylendi. Kahkaha attım. Kulakların çınlamıştır. “Sen şanslısın.” dedim. “Benim annem bana terlik atmazdı. Kızıp da dönünce gözü o 37 çıkana kadar vururdu mabadıma.” Birlikte güldük sonra. Ardından gelsin anılar… Bir sohbet, bir muhabbet…

Gördün mü bak anne, ben senin yaşındayken diyecek yaşa gelmiş kızın. Geçenlerde kırmızı bir ruj bile aldım kendine. Hem de şöyle en kallavisinden. Tabii ki söylendi benim ufaklık. “Renge bak!”

O zamanlar bana yaptırdığın şeyler “Acaba beni sevmiyor mu?” diye düşündürürdü. Oysa şimdilerde aynılarını kızıma yaptırırken diyorum ki öğretme aşkıymış bu. Yapsın yapabilsin ki ele muhtaç olmasın dürtüsüymüş. Artık kucağına sığamayan kızın, kucağına sığabilenine aktarıyor, anlattıklarını.

Ekmek dilimlediğimizde kırıntıları -kırıntılar kuşların hakkıdır- diyerek cam kenarına serpiyoruz biz de… Eskiyen gömlekleri atmadan önce düğmelerini söküyoruz. Eski eşyalardan yeni şeyler üretmeyi seviyoruz mesela. Yağ tenekeleri yok bizde, büyük yoğurt kapları da ama rengarenk saksılara çiçekler ekmeyi seviyoruz.

Cağnım kadın; elimizden her iş geliyor, şükür. Sen tasalanma. Ne aç kalırız biz ne de açıkta… Vücudunun her hangi bir yerinde o 37 numaranın izini ve yüreğinde o terliğin sahibinin sevgisini taşıyan her çocuk büyüdüğünde böyle olur çünkü.

Ama yine de bazen dizlerine yatmayı çok özlüyorum. Sonuçta bir kadın ne kadar büyürse büyüsün; ağlarken, “anne” diyen küçük bir kız çocuğudur.

Cağnım yavrum; insanları, hayvanları, çiçekleri, balonları, renkleri, güzel kokuları, lunaparkları ve her şeyi sev. En çok da aynada gördüğün kendini sev. Ne yaparsan yap içine sevgini kat ve yapabileceğinin en iyisini yapmak için çabala. Özen, yaptığın her işe ve en fazla da kendine. Dans et, içindeki müziğe mırıltılarınla eşlik ederek…

Ve şimdilerde zor biliyorum ama anneni anlamak konusunda sen benim kadar geç kalma…